24 Kasım 2013 Pazar

Meyyah





2013 kurban bayramı


Lyon, Vienne, Valence, Orange, Avignon, Aix-en-Provance, Grasse, Cannes, Nice, Monte-Carlo, Sanremo, Saint-Tropez, Toulon, Bandol, Marsilya.


Yazan: Sıdıka Oksay





11 ekim cuma


Anadolu turizm otobüsünde geçen uykusuz bir geceden sonra sabah uçağımıza bindik. Sorunsuz bir uçuştan sonra Lyon’a indik. Lyon havaalanı büyük ve iyi düzenlenmiş. Polis köpeğinin Gizem’in poğaçalarının kokusuna dayanamayıp elimizdeki çantayı açtırıp dayak yemesi dışında bir vukuat yaşamadan shuttle ile europacar’a ulaştık. Mercedes vitomuzu kiraladık. Valizlerimizin bagaja sığması sevindiriciydi.

Eşyalarımız otele yerleştirdikten sonra Lyon oldtown’ı gezmeye çıktık. Soğuk ve yağmur bizim yorgunluğumuzla birleşince turumuz oldukça kısa sürdü. Sırayla roma tiyatrosu, St. John katedralini gördük. Notr dame katedralinin terasının şehri 180 derecelik açıyla gören bir manzarası var.  Hemen yan tarafında Fourvière metal kulesini görmek mümkün. Kule şehir meclisi tarafından seküler bir şehir sembolü istendiği için inşa ettirilmiş. Yapımı 1894 de bitmiş. Eyfel kulesine benzetilmiş ve halen yayın kulesi olarak kullanılmakta. Biraz dinlendikten sonra daha önce internetten bulduğumuz bir bouchon olan restorana yollandık. Lyon’un geleneksel tencere yemekleri servis eden restoranlarına verilen isim bouchon. Bouchon niteliğini taşıyan restoranları belirtmek için bir sertifikasyon sistemi de kurmuşlar ve gittiğimiz restoran Le Vivarais şehirdeki sertifikalı yaklaşık 20 bouchondan biriydi. Güleryüzlü hizmet ve menüden memnun kaldığımız söylenebilir. Açılışı ev yapımı somon füme ve meat pie ile yaptık. Şarabımız bir chardonay beujolais blanc idi. Devamında crozes hermitage apelasyonundan bir şirazla devam ettik (jeanne chave 2011). Full body, asiditesi ve taneni düşük, aromatik, animalistik kokuları meşeye baskın rahat içimli bir şaraptı. Bouchonların geleneğinde menünün çoğunluğunu oluşturan yağlı et ve sakatatlara iyi uyum sağlayabilecek bu şarap bizim aldığımız kestaneli guine fowl yahnisi ve kerevizli balıksırtı ile de güzel gitti. Yemeği Sadone peyniri ve portakal reçeliyle servis edilen bir çeşit sert sütlaçla bitirdik. Tatlıya hepimiz bayıldık. Kişi başı 50 e verdiğimiz restorandan şef tarafından uğurlandık ve kendisine tam not verdik. 


12 ekim cumartesi
Otelimizde bir şeyler atıştırdıktan sonra vienne ya doğru yola çıktık. Şehir merkezinde Pazar kurulduğu için güçlükle park yeri bulduk. Yıldırıcı bir soğuk vardı. Bir kahve molası verip ilk video çekimimizi yaptık.


 Pazardan meyve alıp şehirden ayrıldık. Tain-l'Hermitage’de nehir kenarına vardığımızda soğuk en ısırıcı haline ulaşmıştı. Mistral rüzgarı kuzey Fransa da Alplerden Akdenize doğru esen soğuk bir rüzgar ve bölgede hissedilen ısının ölçülenden de çok daha düşük olmasına yol açıyor. Hermitage de Rhone nehrin üzerindeki iskelede güle güle yazıyordu. Belediyenin bu iskeleyi intihar etmek isteyen vatandaşlara hizmet olsun diye inşa edip süslemeyeceği düşünülürse en azından bazı mevsimlerde kasabada nehir ulaşımı turistik bir önem taşıyor. Nehrin kenarından ayrılıp tren istasyonuna doğru ilerledik. İstasyon bağların başladığı yamaçların eteğinde ve oldukça foto grafik.
Bölgenin üzüm bağlarının  hepsi güneye bakan bu granit tepede. Aslında ne kadar az olduklarnı görünce insan şaşırıyor. Bölgede çoğunlukla Şiraz yüzde 15 oranında da rousanne ve marsanne üzümleri kullanılarak kırmızı şarap üretiliyor. Ama hermitage apelasyonunun şarapları o kadar ünlü ki Avustralya da Şiraz üzümü hermitage adıyla anılıyor  Yol üzerinde öğlen molasından önce açık yakalayabildiğimiz tek dükkanda şarap tadımı için durduk. 


Daha sonra Valens’e ilerledik. Karnımız acıkmıştı ama yemek yenecek yerler kapalıydı ve şehrin merkezinde otopark yoktu. Önünde park yeri bulabildiğimiz tek restoran Giresunlu bir kebabçı çıktı. Türk misafirperverliğini gösterip bize kahvede ikram etti sağolsun. 
Orange oldukça sevimli küçük bir kasaba Celal abinin önderliğinde biz marketin önünde meyva reyonunda muscat üzümü tadımı yaptık. Muscat gerçekten full body bir üzüm. Tek bir üzüm tanesinin ağzınıza attıktan 5 dakika sonra bile  aromasını almaya devam ediyorsunuz. Dev bezeler eşliğinde bir kahve molasından sonra Orange kasabasının dünya kültür mirası listesine alınmış roma tiyatrosuna ilerledik. 


 Chateau neuf du pope’a şarap tadımı da yapılabilen sayısız dükkânın kapanmasından az önce vardığımız için tek bir dükkanda tadım yapabildik. Ortak noktası bitter bir tat olan ve 13 ayrı üzümden yapılan zengin şaraplar üretiliyor bölgede. Tadım yaptığımız yerde celal abi satış elemanını üzümlerin hepsini telaffuz etmeye ve kaydetmeye ikna etti. Dışarıda bir çekim daha yapıp bir kahve molasından sonra ayrıldık. 


le isle- sur-la sorgue da ki otelimize yerleştik. Hafif bir akşam yemeği yedik. Otele döndüğümüzde biraz şarap içip muhabbet etmeyi planlıyorduk ki küçük bir şaşkınlık yaşadık. Saat onda oteli terk eden resepsiyon görevlisi lobiyi kilitleyip çıktı ve otelin içinde oturulabilecek hiçbir koltuk kalmadı. Mecburen uyuduk.


 
13. ekim. pazar
Sabah kasabada kurulan pazarı gezip kahvaltı ettikten sonra Arles’e doğru yola çıktık. Arles’e vardığımızda mistral’in son kırıntılarından kurtulup ısıtan bir güneşle karşılaştığımız için mutlu olduk. Le petite Feur’dan aldığımız ezmelerle kahvemizi yudumlarken güneşin keyfini çıkardık. Arles Van Gogh’un en fazla resim yaptığı yer ama arles’te şu an hiçbir tablosu yok.  Hotel Dieu’ya yürüdük. Burası Van Gogh’un kulağını kestikten sonra tedavi gördüğü hastane. Bir süre otel olarak çalıştırılmış şimdi içinde bir sergi salonu var ve avlusundaki bahçe Van Gogh’un resmettiği şekliyle korunuyor. İris çiçeklerinin sonbaharda açmasını sağlamak mümkün değil ama bahçe yine de keyifliydi.
 
Arles’te provence bölgesindeki roma eserlerinden en iyi korunanları olan dikilitaş, amfitheatre ve arenayı görmek mümkün. Arena’da boğa güreşi olduğu için Arles’te çok fazla yerli turist vardı ve güneşli bir pazar günü olarak tüm kasaba çok keyifliydi. 


Bir sonraki durağımız Nimes idi. Nimes’teki arena ya da kolezyum çok daha büyüktü. Ama şehir çok daha sakin durgundu. Bir şeyler atıştırdıktan sonra yola devam ettik. Avignon’da öncelikle Rhone nehri kıyısına parkettik. Çok büyük nehir cruiselerini yanaşırken izledikten sonra surların içine arabayla girdik. Sur içi olduça büyük bir alan 200 binlik nüfusun 14 bini sur içinde
yaşıyor. Les halles'te minibüsümüzü park etme heyecanından sonra papalar sarayına çıktık. 14. Yy da Vatikan’da ki kargaşadan sıkılan bir papa sayesinde Avignon bir süre papalık merkezi olarak kalmış. Sarayda fotoğraflarımızı çektikten sonra yemek yemek için belirlediğimiz restoranlara yollandık. L. Essentiel ve Etiene Aigner  Pazar olduğu için kapalıydı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra otelimize döndük.  





14 ekim pazartesi
 

La isle de Sorgue deki otelimizle vedalaştık. Fırından aldığımız ekmeklerle gruyere’li sandvichler yapıp yola koyulduk. İlk durağımız Grasse idi. Grasse 18. Yy dan beri Fransa’nın parfüm başkenti. Fransa’da doğal ve yapay aromaların üçte ikisi bu bölgede üretiliyor. Önemli parfüm esanslarından biri olan yasemin bölgeye 16. Yy da getirilmiş. Bölgedeki 1800’ün üzerinde sulama kanalı, ılık ama deniz rüzgarlarından yeterince uzak mikro iklim parfüm hammaddesi üretimi için bölgeyi ideal konuma getirmiştir. Grasse de görülmeye değer tarihi yerler Notre Dame de puy katedrali, sarazinlerden kalma 30 metrelik kule ve hotel de ville’nin anıtsal kapısıdır. 


Grasse de turistlerin ilgi odağı olan yerler ise parfümle ilişkili merkezlerdir. Şehrin parfüm müzesinin dışında Fragonard ve Molinard parfümerilerinin kendi küçük müzeleri ücretsiz gezilebilir. Bu iki büyük Grasse markası parfüm alışverişi için durulan merkezler. Biz Fragonard da durduk. Grasse’den
ayrıldıktan sonra Antibes’e ilerledik. Antibes sahil yolunda kısa bir fotoğraf molası verdikten sonra cannes’e vardık. Cannes te aracımızı kongre merkezinin otoparkına parkettik. Kırmızı halı serilen yolda kırmızı halı yoktu. Akşam az kalmıştı şehri en hızlı gezme yolu olarak bir saatlik bir turistik tren turunu tercih ettik. Crozet bulvarını daha sonra suquet denilen old town bölgesini geçtikten sonra museum de Castle’in Cannes’i yukarıdan gören terasında fotoğraf molası verdik. 


Akşam yemeğini mantel restoranda yedik. Mantel restoran noel de mantel isimli bir şef tarafından yine kapıda ismi yazan kendi çapında ünlü bir maitre de hotel ve artisian boulanger ile birlikte kurulmuş küçük ama hoş iddialı bir restoran. Bandol apelasyonundan güzel bir kırmızı şarap eşliğinde yemeğe kabak çorbası ve üç peynirli risotto ile başladık. Soccalı kılıç balığı ile devam ettik. Socca cannes’ ve bu bölgeye özel bir yemek nohutla yapılan bir yassı bir şey. Mantel restoranın tatlıları gerçekten hoştu. Akşam için Anis otele yerleştik. Otelin bahçesindeki kauçuk ağacının altında bir muscatla geceyi tamamladık.



15 ekim Salı
Sabah doğruca Monako’ya yola koyulduk. Monte Carlo limanında kahvaltı ettikten sonra şehre gelen her turistin asli görevini yerine getirmek üzere yukarı tırmanıp gazinonun önünde resimler çektik. Daha önce hiç görmediğimiz bazıları özel yapım olan otomobillere bakarak limana döndük. Bir bira molası verip San Remo’ya doğru yola koyulduk. Oraya saat ikide vardığımız için deniz ürünleri yeme hevesimiz kursağımızda kaldı. Restoranlar kapanmakta olduğu için bir pizzacıya oturduk. Sempatik ve konuşkan garsonumuz menüde olmamasına rağmen deniz ürünleri pizzası yaptı. Yemekten sonra şehirde dolaşıp orijinal scarabeo scooter örtüsü aradık ve düşündüğümüzden de düşük fiyata bulduk. Konuştuğumuz tüm esnaf çok yardımsever ve güler yüzlüydü. Viva İtalya. Öğleden sonra Nice ‘ e doğru yola koyulduk. Nice’e vardığımızda hava karamak üzereydi. Hollanda Türkiye maçını seyretmek üzere bir yer aradık ama aynı akşam Fransa İngiltere maçı olduğu için ve her yerde o gösterildiği için kebapçı arayışına girdik. Fransa’da en küçük kasabalarda bile iki üç kebapçı varken Nice’de en azından sahile yakın bölgede kebapçı yoktu. Beyler pes edip maçı tabletten izlemeye karar verdi. Biz kızlar da limanda uzun bir yürüyüş yapıp kahve içtik.

 
16 ekim  Çarşamba
Anise otelden ayrılıp yol üzerinde Fréjus St-Raphaël’de kahvaltı ettik. Çok güzel bir fırında oturduk. Ekmekler çok güzeldi ama kahvaltıda peynir yenmesi alışkanlığı olmadığı için reçel tereyağla kahvaltı ettik. Bir sonraki durağımız St. Tropez idi. Küçük bir kasaba olan St Tropez eski binaların altındaki lüks mağazalarla gösterişli. Limanın sonundaki dalgakıran özellikle foto grafik.
Yola devam ettik. Toulon’da geç bir yemek molası verdik. Marina daki Pamukkale kebabın uyuşturucu bağımlısı görünüşlü işletmecisi kaba ve itici, döner dürümler ise ciddi derecede kötüydü. 
Aix en Provence’e ulaşıp otelimize yerleştik. Kalın duvarlı manastır görünüşlü bir bina olan otelimiz sıra dışı ve hoştu. 
Aix’te ki akşam yemeği için hedefimiz Pierre Reboul’un iki michelen yıldızlı
restoranıydı. Aix’te şehir merkezinde araç park edecek yer bulmak ekim ortasında da zor. Pierre Reboul’ü bulmakta kolay olmadı. Issız bir ara sokakta bulunan restoran şık ve modern döşenmiş, sunumlar gösterişli, lezzetler harikaydı. Menüye eşlik etmek üzere palette apelasyonundan cremade üretimli bir beyaz seçtik.
Şaraptan okadar etkilendik ki ertesi gün palette bölgesine gitmeye karar verdik. Menu açıcı (zeytinyağında beklemiş oyster yaprağı), patlıcan kapsülünde ratatoulle ve sardalye, yeşil elma ve pancarla sunulan scallop, tütsülenmiş mantar soslu yumurtadan oluşuyordu. Tatlı olarak naneli çikolata ile kaplanmış dondurma lolipopu muz köpüğü ile sunulan çikolata varlene servis edildi. Kahveden önce gelen mini pastalardan özellikle mangolu tutku meyveli olan şaşırtıcıydı. Minicik pastaya içinde malibu olan minik bir kapsül saplıydı. 

17 ekim Perşembe
Otelde kahvaltı edip Aix en Provence gittik. Hedefimiz cours mirabelle ve deux garcons cafeydi. Deux garcons cafe Cezanne tarafından resmedildiği halini halen koruyan, başta Cezanne ve Hemingway olmak üzere Alain Delon’dan Marlene Dietrich’e pek çok ünlüyü konuk etmiş, 1792 de kurulmuş belki dünyanın en eski kafesi.


 Aix’de biraz yürüdükten sonra aracımıza binip palette ilerledik. Simon palette bölgesindeki ünlü üç şatodan en ünlüsü. Ziyaretçi kabul etmediği söylendiği halde bir görmek istedik ama gps’in önerdiği yol çok kötü olduğu için vazgeçip geri döndük. Yolda içimizdeki bağ sevgisine kapılıp ıssız bir bölgede bir çiftlik evin yanında fotoğraf molası verdik. Evden çıkan genç ne istediğimiz sordu. Ne İngilizce ne sessiz sinema dilini yeterince anlamıyordu. Sonra annesi geldi. Ona da fotoğraf çeken arkadaşlarımızı gösterip çekmeleri bitince gideceğimiz anlatıp bir dolu gülücük yaptık ama son olarak genç adam arkasında metal bir çubuk saklayarak bahçeye çıktığında şansımızı zorlamayıp oradan ayrıldık. 


Henri Bannout’un şarap üretim tesislerinde tadım yaptıktan sonra bir süre dolanıp bir Aix en Provence şatosu aradık ama bir isim ve adres olmadan bulmak mümkün olmadı. Biz de Cassis’e devam ettik.


 Cassis calanques denen mini fiyordları ve falezleri, monosepaj kırmızı ve beyaz şarabı, cassis taşı denen bir çeşit kireçtaşı ile ünlü. Yazları çok turist alan kasabada güzel yazlık evler ve sevimli bir marina var. Bir şarap tadımı ve marina’da kısa bir moladan sonra Marsilya’ya yola çıktık. Marsilya’da otelimize yerleştikten sonra kornişe indik. Sahilde uzun çabalardan sonra seçtiğimiz restoranda Marsilya’nın turistik yemeği olan balık çorbasını denedik. Çorbanın kötülüğünün restorana özgü olduğunu düşünüyorum çünkü çorbanın esas yemekten sonra getirildiği tek restorantdı bu.  Otelimizde devlet hastanesi manzaralı balkonumuzda şarap içtik. Tabiatıyla sohbete biraz hastane kaçtı. Marsilya için gezi rehberi “ilk görüşte âşık olacağınız şehirlerden değildir” diyordu. Hepimiz kitaba hak verdik. Hatta bize göre ilk görüşten sonrası içinde pek ümit vaat etmiyordu.

 
18 ekim CumaSabah mutfak alışverişi için şehir dışında bir hipermarkete gittik. Sonra Dechatlon’da durduk. Fiyatların Türkiye fiyatlarından daha düşük olmasını ummuştum ama fiyatlarda hatta ürün çeşitlerinde bir farklılık yoktu. Marsilya’ya döndük. Rue Ferreol’da biraz alışveriş yaptıktan sonra ara sokakta ki bir Antalya kebapçısında öğle yemeğimizi yedik. Centre Bourse tadilattaydı ve bizim alışveriş merkezi anlayışımıza göre çok köhneydi. Limana inip bir birahaneye oturduk. Biralar standart olduğu için bize Marsilya ambiyansını hissettirecek garsonumuzun kabalığından başka bir şey yoktu. Hava kararırken bir şeyler atıştırıp şarap içmek üzere otelimizdeki balkonumuza döndük. Marsilya çok farklı uygarlıklara ev sahipliği yapmış ve uzun tarihinin bir kısmında mutlaka çok güzel olmuş bir şehir. Ama şu anda bir Fransız şehrinden çok bir Arap şehrine benziyor ve sevilmesi gerçekten zor gözüküyor. 

19 ekim cumartesi
Sabah otelden ayrılıp Lyon’a doğru yola çıktık. Sorunsuz bir yolculukla hava alanına varıp aracımızı teslim ettik. Uçağımız vaktinde kalktı. Lyon’dan ayrıldıktan 20 saat kadar sonra evlerimize varmıştık. 


  

  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder