8 Haziran 2021 Salı

Covid günlerinde bir Gürcistan gezisi.

 

 2017 yılının kasım ayında Gürcistan'da bir kazı sırasında  8000 yıl önceye ait şarap yapımında kullanılmış bir  küp parçası bulunduğunu okuyunca bizimde gözlerimiz bütün dünya ile birlikte Gürcistan’a çevrilmişti. Dünya üzerinde ilk kez çok sesli müziğin gürcü halk şarkılarında ortaya çıktığını da o zaman öğrenmiştik. O zamandan beri sevgili Bekir zaman zaman Gürcistan’a gitme planlarını dilendirdi ancak covid pandemisinin ikinci yılında gerçekleştirmek mümkün oldu.


15 mayısta Tiflis’e uçtuk. Türkiye de sokağa çıkma ve yolculuk kısıtlaması sürüyordu ve Gürcistan’da gece 9’dan sabah 5’e kadar kısıtlama vardı. Uçağımız gece 11 de Tiflis’e indi. Bizi araba kiralama şirketinden Zurab karşılayıp o gece kalacağımız otele bıraktı. Sabah Kakheti’ye doğru yola çıkacağımız için hava alanına yakın küçük bir otel seçmiştik. Yerleşirken yan odadan çıkan bir bayan turist bize plastik gazoz şişesinde şarap ikram etti. Genç hoş bir bayandı ama gri siyah korkunç dişleri vardı, firması adına yolculuk ediyordu ve orta düzey İngilizcesiyle anlattığı hikayesine el kol hareketleri ile destek vermeye çalışıyordu.  Anlattığına göre Kakheti de bir şaraphaneye girip şarap almak istediğini söyleyince bir adam ona bekle deyip sonra elinde bir galon şarapla gelmiş ve para vermek istediğinde kabul etmeyip hediye olduğunu söylemiş. Oda ertesi gün uçakla memleketine döndüğü için bir galon şarabı bitirmek için yardım arıyormuş. E bizde yardımcı olmaya hazırdık. ama getirdiği şarap şaraptan çok dünyanın en hoş aromalı turşu suyuna benziyordu. içilmesi hiç kolay değildi ama içindeki bal karamel persimon (Trabzon hurması) aromaları bize nasıl şaraplarla karşılaşacağımızla ilgili hayaller kurdurmaya başladı



Ertesi sabah kiralık arabamıza binip doğuya doğru yola çıktık. Kakheti Kuzeyinde Kafkas Dağları, güneyinde ve doğusunda Azerbaycan, batısında ise Kartli bölgesi yer alan idari bir bölge. Nüfusu 310.000.  Alazani nehri vadisinde yer alan bölge zengin üzüm çeşitliliği ve şaraplarıyla ünlü.  Alazani nehri vadisi dediğime bakmayın kocaman bir ovadan bahsediyorum. Rüya gibi değişik bir coğrafyası var.  Kuzeyindeki Kafkas sıradağları çok sarp aralıksız adeta dev bir duvara benziyor. Sanki gökyüzü bu duvara yaslanmış, bu dev masal dağları gökyüzünün ovaya düşmesini engelliyor gibi duruyor.  Dağların tepesinde sürekli bu tarafa geçmeye çalışıp, yeterince yükselemediği için arkasında takılı kalmış gibi gözüken bulutlar var.  Doğası çok güzel çok yeşil bir bölge Kakheti. Her taşın arasından bir başka yabani yeşillik fışkırıyor. Yollar meralarda otlayan koyun ve inek sürülerinin arasından geçiyor. Kasabalarda eski ateş tuğlası binalar ve Anadolu köylerinin 30-40 yıl önceki halini anımsatan ufak köy bakkalları karşılıyor sizi. İnsan nüfus yoğunluğunun az olması sayesinde hayvan çeşitliliği fazla; her cins kuşun sesini duyuyor, bir kısmıyla karşılaşıyorsunuz da.

Kakheti de ilk durağımız Vellino Winery idi. Toprak bir yolda çiftlik evleri arasında google haritalar hedefimize ulaştığımızı bildirene kadar ilerledik. Bağların hemen yanında yüksek duvarlı iki katlı bir çiftlik evinin önüne park ettik. Tarlada çalışan çiftçilerden daha genç olan yanımıza geldi. Ve şaraphanenin kurucusu sahibi ve vinemakeri olan sevgili Beka ile tanıştık. yaptığı şaraba tutkuyla bağlı Beka bize ışıltılı gözlerle kvevri yöntemiyle şarap yapımını anlattı. Sorularımıza cevap verdi ve sonunda gerçekten özenle yapılmış şaraplarını tattık.

Kvevri hacmi 20 litre ile 10 bin litre arası değişebilen pişirilmiş toprak kaplar. En tipik olanlar yaklaşık 800 litre hacimde ve şarap imalathanelerinde 2 bin den 4 bin litreye kadar kvevriler kullanılıyor.   Biçimleri kulpsuz amforalara benziyor.  Evlerinin altında zemine gömülü kvevriler bazen ürünleri saklamak, sıklıklarda şarap yapmak için kullanılıyor. Kvevrilerin toprağa gömülü olmasının pek çok işlevinden birinci ve en önemlisi sabit bir ısı sağlamak. Büyük hacimli kvevrilere  fiziksel olarak da destek sağlıyor toprak ve basınçtan kırılmasına engel oluyor ve oksijenizasyonu kısıtlıyor. Geleneksel kehribar renkli gürcü şarabı üretiminde beyaz üzümler ahşap teknelerde ezildikten sonra çekirdek kabuk ve sapları ile birlikte kvevri mayalanmak üzere bekletiliyor. Bekanın bize anlattığına göre üzümleri ezmek sadece erkekler tarafından yapılan bir iş ve bunu özellikle güzel sesli erkeklerin şarkı söyleyerek yaptıkları eğlenceli bir tören gibi yaşıyorlar. Kakheti yönteminde tüm posada kullanılırken İmereti yönteminde posanın belli bir oranı kvevriye aktarılıyor.  Tamamen üzümün üzerindeki doğal maya ile işlem gerçekleştiği ve katkı malzemeleri kullanılmadığı için riskli ve titizlik isteyen bir süreç bu. Fermantasyon süresince şıra günde bir kaç kez ahşap çubuklarla karıştırılıyor ve nihayet şıra ideal duruma geldiğinde kvevrinin kapağı camla sızdırmaz bir şekilde kapatılıp toprakla örtülüyor ve şarap 6 ay kadar içinde çaça dedikleri posa ile birlikte dinleniyor. Daha sonra şarap yapımcının tercihine göre meşe fıçı ya da şişede dinlenmeye alınırken çaça yine aynı ismi taşıyan bir brendi yapılmak üzere alınıyor bir veya bir kaç kez damıtılıyor. 

Geleneksel kehribar renkli gürcü şarabı bildiğimiz beyaz şaraplarla kırmızı şarap arasında kalan fazlasıyla kendine özgü karakter sahibi bir şarap. Beyaz şarap gibi gözükmesine rağmen tanenleri var karamel ve bal aromalarına üzümüne göre meyve ve çiçeksi kokular eşlik ediyor. Güçlü bir şarap olduğu için daha geniş bir yelpazede yemeğe eşlik edebilmesinin yanı sıra polifenollerden yana da çok zengin.

Gürcistan çok geniş bir üzüm çeşitliliğine sahip fakat amber şarap yapımında en çok kullanılan üzüm Rkatsiteli, kırmızı şarap yapımında ise Saperavi. Bekada bize bu üzümlerin kvevri ve geleneksel Avrupa yöntemiyle yapılmış örneklerini tattırıyor. Kvevride yapılmış şaraplarda hiçbir filtrasyon yapmadıklarını posanın kendiliğinden küpün dibine çökerken şarabı da süzdüğünü ve şarabın kvevriden böyle berrak çıktığını anlatıyor. Saperavi mor röfleli çok koyu renkli bir şarap ama gerçekten Beka’nın dediği gibi pırıl pırıl. Bize kendi yaptığı çaçayıda tattırıyor. Shot bardaklarında tek yudumda içildiğini anlatıyor bizde ona dibini görmeyen sevdiğini görmesin deyişini çevirmeye çalışıyoruz.

Çiftlikten ayrılmadan önce ellerimi yıkarken aynada kendime baktığımda küçük bir aydınlanma yaşıyorum. Dişlerim tamamen grileşmiş durumda. İlk gece bize plastik şişede amber şarap veren komşumuzun ki gibi.   Bize amber şarap vermiş ama kendisi Saperavi içiyormuş anlaşılan.

İkinci durağımız Signagi’nin iki km güneyindeki Bodbe'deki Azize Nino Manastırı. Manastır 9 yüzyılda yapılmış ve Gürcistan’da hristiyanlığın yayılmasını sağlayan Azize Nino’nun mezarı manastır kompleksinin içinde bulunuyor. Bu da manastırı gürcüler için önemli bir dini ziyaret noktası haline getiriyor. Bodbe Manastırı, Alazani Vadisi manzarasına sahip dik bir yamaçta, yüksek selvi ağaçları arasında ve günümüzde de bir rahibe manastırı olarak işlev görüyor

Öğle yemeği için ikinci durağımıza Signagi’ye doğru yola düşüyoruz. Signagi, Gürcistan’ın doğusunda, Kakheti bölgesinde aynı adlı ilçenin merkezi. Nüfusu 1.485 kişiden oluşan küçük bir kasaba.  Eski yapıların korunmuş olmasından dolayı turistik bir merkez sayılıyor. Yemek için seçtiğimiz Pheasant’s Tears restoranı da böyle eski bir konağın içinde yer alıyor.

 Taş avlusunda girdiğimizde masaların boş olduğunu gördük. İşletmecisi kısıtlamalar nedeni ile pazar günü kapalı olduklarını söylüyor. Yemek ve şarapları ile çok iyi yorumlar okuduğumuz mekanda yiyemeyeceğimiz öğrenince nasıl üzüldüysek sempatik işletmeci bize birer tadımlık iki kadeh şarap ikram ediyor.

 

Signagi’de pazar günü açık bir yer bulamayacağımızı anlayınca otelimize gitmeye karar verdik. Bölgeyi keşfetmek üzere Telavi ‘nin Kisiskhevi köyü yakınlarında Schuchmann Wines Château da konaklamaya karar vermiştik. Google maps Gürcistan’ın kırsalında iyi bir yol gösterici değil. Bizi köy mezarlığının içinde çevresinde sonra şatonun çevresinde bayağı bir dolaştırdıktan sonra otelimize vardık. Bağlar arasında taş tuğla bir binadan oluşan otelin arkasında yine kiralanan villalar da var. Yemekler lezzetli ve bağların ardındaki Kafkas dağları ile manzara muhteşem. Otelin altındaki şaraphanede VINOTERA Schuchmann veya VINOTERA markası ile kendi şaraplarını üretiyorlar.

Akşam yemeğinde otel restoranında Abkhazura  Tkemali yedik

ve kaldığımız şatoda üretilen Vinotera Saperavi şarabı içtik. Abkhazura abhaz mutfağından köken alan bir köfte, özelliği gömlek yağına sarılarak pişirilmesi. tkemali de yeşil yada kırmızı erikten yapılan bir sos et hatta patatese eşlik edebiliyor.

Pazartesi günü ilk durağımız Khareba winery. Khareba winery oldukça büyük ve turistler için iyi yatırım yapmış bir tesis. Güzel dizayn edilmiş büyük bir bahçesi var içinden küçük bir dere akıyor. Ünlü olan kısmı ise mahzen olarak kullandıkları tünel yapısı. Mahzenin kapısında bizi rehberimiz Mariam karşıladı ve bize şarap yapımı tesisi ve tüneller hakkında bilgi verdi. İki ana ve 13 adet yan koldan oluşan tünellerin uzunluğu toplam 7.7 km ve askeri amaçlarla yapılmışlar. Şarap saklamak için ideal ısıya sahipler. Tadımı da yine ana tünel kollarından birinde yaptık Mtsvane, Saperavi, Rkatsiteli şaraplarını taktık. Saperavi üzümünün Avrupa tipi üretilmiş ve 12 ay meşe fıçıda bekletilmiş versiyonunu ve Kvevride Gürcü usulü yapılmış şeklini karşılaştırma şansı bulduk. Mariam'in bize tattırdığı üzüm çekirdeği yağı gerçekten çok lezzetliydi çıkışta şarapla birlikte üzüm çekirdeği yağı satın aldık. Çıkışta bir şarkıcı gurubu ile karşılaştık. 4 erkek geleneksel şarkılarını çok sesli olarak seslendiriyorlardı. Bahçede güller arasında oturup dinledik ve çok keyif aldık.

Bir sonraki durağımız. Graneli winery, Khareba’nın hemen yanında yer alıyor. Onlarda biraz turistler için çekici olmaya çalışmış gibiler ama süslemeler ve dekorlar profesyonellikten uzak. Orada da şarap tadımı yapmak istedik. Şarap şişeleri özellikle ilgimizi çekti. Şişelerin üzerine bazı isimler elle yazılmıştı ve şişe ağızları mumla kaplanmıştı. Her birinin üzerinde winerynin mum damgası vardı. İçtiğimiz şaraplardan özellikle elde metal etiketi yapılmış yarı tatlı kırmızı çok hoşumuza gitti. Menekşe şekeri aroması var mıydı yok muydu şeklinde nostaljik bir konuya götürdü bizi. Bahçede üç dört tane köpekten özellikle bir tanesi fazlasıyla misafirperverdi ve her müşterinin yanına gidip hatırını soruyordu. Gürcistan’ın her yerinde çok fazla sokak köpeği var. Bizdekinden çok daha fazla ve insanlarla çok daha iç içe. Bizdeki kediler gibi sürekli yanı başınızdalar. Ama ortalıkta kedi görmek çok güç. Belki tüm Gürcistan gezimiz boyunca üç dört sokak kedisi gördüysem yüzlerce sokak köpeği ile karşılaştım. Sanırım köpekler daha kolay besin buluyorlar. Gürcistan hükümeti kısırlaştırma yoluyla çözüm üretmeye çalışıyormuş ama pek işe yaramıyor gibi. Köpekler Türkiye'deki sokak köpeklerinin yarısı boyutunda ve insana çok alışıklar.

 Üçüncü durağımız Kindzmaruli Cooperation, geçmişi 1533 yılına kadar uzanan bir imalathane. Kvareli kalesinin şarap mahzeni olarak kurulmuş ve yıllarca sadece kraliyet ailesine şarap ve pekmez üretilmiş. Şimdi ise yılda 600.000 şişe şarap üretiyor ve 10 ülkeye ihracat yapıyor. Şarapları Duruji Valley etiketi ile üretiliyor. Şaraphaneyi gezmeyi çok istiyorduk ama bir haftadır İngilizce konuşan rehberleri yokmuş. Vine shopta tadım yaptıran ve biraz İngilizce konuşan çok sempatik bir bayan bize tadım yaptırdı. Kalenin bahçesindeki dondurmacıdan likör şarapla servis yapılan klasik dondurmalarını yiyip şaraphaneyi gezemeden ayrıldık.

Akşam yemeğinden önce son durağımız Nekresi manastırı.  Telavi'nin doğusundaki Schilda köyünün yakınında bir sırtta bulunan manastır kompleksinin tarihi 4. yüzyıla kadar uzanıyor. Dördüncü yüzyılda, Kral Mirdat'ın Nekresi'nde bir kilise inşa etmiş, 6. yüzyılda, On Üç Süryani babadan biri olan Abibos Nekreseli burada çalışmış. Bu süre zarfında, 19. yüzyıla kadar varlığını sürdüren Nekresi piskoposluğu kurulmuş. Manastır vadiye çok güzel bir noktadan bakıyor ve çok hoş bir manzarası var.

Akşam yemeği için Telavi’de gürcü mutfağını deneyimlemek için iyi bir yer olduğunu okuduğumuz Kapiloni restorana oturduk. Merak kediyi öldürür bizi de mide fesadına uğratacaktık. Badrijai Nigvzit - (Eggplant Walnut Rolls) Tolma (Stuffed Vine Leaves) Khinkali - (Soup Dumplings) ve Haçapuri (Khachapuri) sipariş ettik. Tolmaları yokmuş yerine chanaki önerdi garsonumuz. Çanaki çanakta bir etli güveç. Badrijani Nigvzit cevizli patlıcan anlamına geliyor ve ceviz sarımsak ekşi krema ile yapılmış bir ezme kızarmış uzun patlıcan dilimlerinin arasına sarılarak elde ediliyor. Khinkali hinkal iri bohça biçiminde bir mantı içine bol miktarda kıymalı harcı sulu bir şekilde koydukları için içi çiğbörek içi gibi sulu ve çok lezzetli. Haçapuri (Khachapuri) peynirli bir pide. Hamuru çok lezzetli ve ince iki kat hamurun arasında peynir olabiliyor en üstüne de peynir koyup pişirileni biraz daha popüler sanki. içtiğimiz şarap Marani Mukuzani Saperavi üzümünün çelik tankta fermente edilip 12 ay meşe fıçıda dinlendirilmiş bir formu ve bu Avrupa stili üretilmiş şarap bizim oldukça hoşumuza gitti. Sokağa çıkış yasağı 9 da başladığı için otelimize döndük yemekten sonra odamızın balkonundan bağlara bakıp kuş seslerini dinleyerek dinginliğin keyfini çıkardık.

 

Salı günü otelimizdeki şaraphane turu ve tadıma katıldık. Schumann vinery alman kökenli bir ailenin eski bir şaraphaneyi satın almasıyla hayatına başlamış. Hem Avrupa stili hem de gürcü stili şarap üretiyorlar. Saperavi, Rkatsiteli, Kisi, Kindzmarauli, Mtsvane gibi yerel üzümlerin yanı sıra Cabernet Sauvignon ve Chardonay gibi üzümler de bağlarında yer alıyor. Bağ alanlarının içine şaraphaneyi, kiraya verdikleri evleri ve bir otel ve restoranı yerleştirmişler. Schumann vineryde yaptığımız tadımda Geleneksel gürcü yöntemiyle üretilmiş kisi ve mytsvane ve klasik yöntemle chardonay’dan üretilmiş şampanya tadımı yaptık. Gürcü usulü beyaz üzümlerden üretilen Kisi ve Mtsvane oldukça zengin ve beklenmedik derecede tanenliydi. Ürettikleri şampanya ise sek temiz bir şampanya idi.

 

Salı günü ikinci hedefimiz Schumi winery. 400 den fazla Gürcü üzümünü sergilemek üzere oluşturdukları küçük bir model bağın girişinde bir rehber karşılıyor sizi. Gürcistan’ın her yerinde buldukları asma türlerini topladıkları bir bahçe burası. Türlerin bir kaç tanesi tanımlanamamış tür adı altında yan yana uzanıyorlar. Rehberimiz onların genetik araştırmalarının henüz sonlanmadığını söylüyor. Sonra bizi küçük müzelerine götürüyor. orjinal eski kvevri parçalarını birleştirip yaptıkları modellerle metal bazı parçaların rekreasyonları var. Rehberimizin İngilizcesi çok iyi ve işteki üçüncü günüymüş heyecan ve ilgiyle anlatıyor. Shumi Winery, adını, otantik, seyreltilmemiş şarap anlamına gelen eski bir Gürcü kelimesinden alıyormuş. Şaraphanenin logosu, bir grifon; Gürcü mitolojisinde bu yaratığın adı“Phaskunji” ve efsaneye göre ilk salkım üzümü insanlara phsakunji getirmiş ve bu üzümlerden insanlar yeryüzünde asma yetiştirmeye başlamışlar.

Bize şaraphanelerini gösteriyor. Kendi evlerinde ailesinin de bodrumda gömülü kvevrileri olduğunu ve bununla gurur duyduğunu söylüyor genç rehberimiz. Bizimkiler bu kadar büyük değil tabi diye ekliyor. Çünkü tesisin 4 tonluk 107 kvevrisi varmış.

Restoranlarının bahçesinde tadım için düzenledikleri bölgede geleneksel gürcü ekmeğini pişirdikleri fırını gösteriyor bize. Üstü açık bir metre çapında ve yüksekliğinde bir kuyu bu. ortasında ateş yakıyorlar ve ekmek hamurunu uzun uzun sündürüp kuyunun toprak kaplı iç duvarına yapıştırıyorlar. pişince duvardan ayrılıp içine düşer diye düşünüyorum ama herhalde yüzlerce yıl içinde milyonlarca kez yaptıklarına göre teknik problemleri halletmiş olmalılar. Bizde ekmek fırınları büyük dükkanlardır çünkü fırınlarımız büyüktür. Gürcistan’da ise sokak aralarında minicik yerlerde ekmekçiler var. 4 metrekare bir dükkan ve ortasında bir kuyu ocak ve tek çalışanla ekmek üretiyor bu dükkanlar. Yine fırının yanında chacha yı üretmek için kullandıkları bakır kazanlı otantik damıtma düzeneklerini gördük.

Gezmeyi bitirince tadıma oturduk. khikvi ve separavilerini tattık yanında ekmek peynir ve Churchkhela sundular. rehberimiz churchukelayı anlatmaya çalışırken nasıl yapıldığını biz ona anlatıp şaşırttık çünkü bu tatlı Anadolu’da cevizli sucuk denen içinde kuruyemiş dışı yoğunlaştırılmış pekmez yada pestilden oluşan atıştırmalığın tamamen aynısı. Kvevride yapılan saperaviyi artık damağımız iyi tanıyor. Tanenli güçlü dişi ve bardağı boyayan yer yer asidik bir şarap. Khikhvi bizi oldukça şaşırtıyor. Ön burunda floral notalar varken damakta kayısı ve şeftali gibi notalarla oldukça zengin bir şarap.

 

ikinci durağımızın Tsindali Estate. Gürcü romantizminin kurucusu Prens Alexander Chavchavadze, babasından miras aldığı Tsinandali köyündeki mülkünü, bugüne kadar koruduğu statü ile ülkenin kültür ve entelektüel merkezi haline getirmiş. Mekan düzenli olarak sergilere, konserlere, edebi etkinliklere ve ustalık sınıflarına ev sahipliği yapıyor.

 

Tsinandali'deki kompleks, anıt evi, peyzaj bahçesi, tarihi bir şaraphane, şarap mahzeni, otel ve bir kafeyi kucaklıyor. Tsinandali'deki peyzaj bahçesi, Gürcistan'daki ilk Avrupa tipi rekreasyon bölgesiymiş. Avrupa'dan davet edilen peyzaj mimarları ve Alexander Chavchavadze tarafından planlanmış. Bahçe, egzotik bitkileri ve düzeni ile benzersizmiş. Nino Chavchavadze ve Alexander Griboedov evlenmelerinden önce  bu bahçede buluşurlarmış ve şimdi buluştukları yerde bir aşıklar yolu var. Efsaneye göre çiftler bu yolda gözleri kapalı yürümeyi başarırlarsa uzun ve mutlu bir evlilikleri olurmuş. Bahçede yine büyük bir ağaç adak adamak üzere çaputlar bağlanmış. Adak ağacıda covidden nasibini almış şimdi dallarındaki renkli çaputlar dışında pek çok maske asılı. 

 

Chavchavadze Gürcistan'da ilk kez avrupa stili şarabı üretmiş ve Gürcistanda bir şarabın ilk kez şişelenmesi Tsinandali şaraphanesinde yapılmış.  prens Chavchavadze’nin  en eskisi 1814’e tarihlenen 15.000’in üzerinde şişeden oluşan. Birde eski şarap koleksiyonu varmış

 

Tsinandalı kompleksi 2008 yılından bu yana 12 milyon USD'nin üzerinde yatırım yapan Silk Road Group'un himayesi altındaymış. Bahçenin arka tarafında modern bir otel ve konser alanı var.

Anıtevi ve bahçeyi gezdikten sonra otelin kafesinde soluklanmak mümkün. anıt evin altında şarap butiğinde tadım yapmakta mümkün ama biz biraz geç kaldığımız için şarapları alıp ayrılmak zorunda kaldık.

 

çarşamba sabahı ilk durağımızı kaheti bölgesindeki Ahmeta kentine 25 km uzaklıkta bulunan bir Gürcü Ortodoks manastırı olan Alaverdi.  Manastırın bazı bölümlerinin tarihi 6. yüzyıla dayansa da, günümüzdeki katedral 11. yüzyılda III. Kvirike tarafından eski Aziz Yorgi kilisesinin yerine yapılmış. Kilisenin freskleri 19. yüzyılda boyanmıştır, ancak 1966'da kısmen yenilenmiş Katedralin dış duvarları, katedral kilisesi mimarisinin tipik bir örneği olacak şekilde çok az süslüdür. Kilisenin içinin yüksekliği 42 metreden yüksektir. Kilisenin UNESCO Dünya Mirası listesine dahil olması için 2007 yılında başvuru yapılmıştır.

Manastır, Antakya'dan gelen ve Alaverdi'ye yerleşen Suriyeli rahip Joseph (Yoseb, Amba) Alaverdeli tarafından kurulmuş. 55 metreyi aşan uzunluğuyla, Alaverdi Katedrali Gürcistan'daki en uzun dini yapıymış Bu rekoru, 2004 yılında Tiflis'te Kutsal Teslis Katedrali'nin inşa edilmesiyle kaybetmiş. Manastır, yıllık "Alaverdoba" kutlamalarının odak noktasıymış. Dünyanın en eski şarap bölgesinin kalbinde yer alan rahipler, festivalin bir parçası olarak "Alaverdi Manastırı Mahzeni" olarak bilinen yerde kendi şaraplarını da hazırlayıp içerlermiş. Şu anda

Alaverdi manastırı'nın restorasyonu halen bir şarap firmasının desteği ile sürüyor. Gürcistan da manastırları ziyarette bir giysi kodu var. Şort pantolon yada askılı bluzla manastır yada kiliseye girmeniz istenmiyor. Pantolonlu kadınların bellerine dolamaları için örtüler neredeyse tüm turistik tesislerin önünde bulunuyor. Böyle ortak kullanılan örtüleri kullanmakta rahat hissetmiyorsanız yanınızda belinizin çevresine dolayacağınız bir şal yada lastikli bir etek eğer omuzlarınızı örten bir bluzunuz yoksa omuzlarını örtecek ikinci bir şal bulundurmanızda fayda var. Belli bir yaşın üzerindeki Gürcü hanımlar başlarını da örtme eğilimindeler ama kapılardaki giysi kodlarında başı örtme şart koşulmuyor. Gürcistan’da ortodoksluğun farkını kadınlar üzerinden görmek mümkün. Tiflis!e gidinceye kadar bunu kırsalda bulunmamıza bağlamıştım ama Tiflis’te de sıcaklık 35 derece olmasına rağmen kadınlar uzun pantolon ve kısa kollu tişörtler giyme eğiliminde. Genç kızlarda bile nadiren şort yada askılı yada dekolte görüyorsunuz.

 Alaverde manastırından sonra durağımız Dzveli Shuamta manastırı.  Şuamta kelimesi, Gürcüce’de "dağların arasında" anlamına geliyor. Bu ad, Eski Şuamta Manastırı'ndaki üç binanın Gombori'nin yaprak döken ormanları arasındaki izole ve resmedilmeye değer konumundan geliyormuş. Manastır, deniz seviyesinden yaklaşık 1015 metre yükseklikte ve Ormanlık bir dağda kıvrılarak ilerleyen çok güzel bir yoldan gidiliyor. Manastır kompleksi, 5. yüzyıldan kalma bir bazilika ve her ikisi de 7. yüzyıldan kalma iki kubbeli kiliseden oluşuyor.  Manastırdaki bazilika mimari olarak , Gürcistan'daki kubbe şekilli kiliselerin en büyüğü olan Cvari Manastırına benziyormuş. Manastır, 16. yüzyılda terk edilmiş. Bagrationi hanedanından Kral II. Lewan'ın karısı, Akhali şuamta adıyla yeni bir manastır kurmuş. Yeni manastırın ana kilisesi tuğladan yapılmış ve duvarları fresklerle dekore edilmiş. Bu Akhali manastırıda eski şuamta yolunda girişi bir km kadar geride ve gezilebiliyor.

Telavi’ye dönerken yolda bir yol kenarı restoranında yemek molası verdik. Adı vine country restaurant. Restoranın arkasında ayrı bungalowlar gibi duran bir konaklama bölümüde var.  yemek olarak Mtsvadi (dana şiş) tolma kıymalı (pirinç sarma) ve meraktan mchadi (mısır ekmeği) istedik. kırmız şarap olarak separavileri varmış. hepsi birbirinden kötüydü diyeceğim ama şarap o kadar tatsızdı ki bozulmuş meyve suyu olduğunu bize yanlışlıkla koyduğunu düşündük. Değilmiş bu kadar üreticinin içinde doğal olarak kötü şarap yapanlarda varmış

yolumuza devam edip gezmeyi son güne bıraktığımız Telavi ye döndük.Telavi, Kaheti bölgesinin başta gelen kenti ve Tiflis’e 156 kilometre uzaklıkta 8. yüzyılda kurulan Telavi nin şu anda nüfusu yaklaşık 20. 000. kentte gezmeyi planladığımız yerler batonis kalesi- kral ereklenin sarayı Batonis Kalesi "batoni" yani (lord) kalesi,anlamına geliyor. kale 17 ve 18. yüzyıllarda  Kaheti krallarının kullandığı, iran etkileri gösteren sarayının ayakta kalan bölümlerini içeriyor.  Arkeolojik ve etnografik sergiler, el yazmaları, nadir yayınlar ve askeri teçhizatın yanı sıra bir güzel sanatlar galerisinin de bulunduğu bir müze, kompleksin içinde yer alıyor. Müzeyi gezmek için bilet müze girişinde değil kale girişinde satılıyormuş. Biz hava çok sıcak olduğu için kale girişine geri yürümeyip müzeyi pas geçtik.  Okuduğuma göre 2007 yılında, kompleksteki birkaç yapı (saray, sur ve bir kraliyet kilisesi) Gürcistan'ın Ulusal Öneme Sahip Taşınmaz Kültürel Anıtları listesine eklenmiş ve kompleks, 2018 yılında kapsamlı bir şekilde yenilenmiş.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Telavi de  doğup ölen Kral II. Erekle'nin saltanatı, Telavi tarihin en  özel dönemidir.  Bu dönemde: 1744-1798 arasında şehir stratejik ve kültürel bir merkez haline gelmiştir.. Adı Gürcü halkının özgürlüğünün ve ulusal bağımsızlığının sembolü olmuştur.. Erakle II'ye hala sevgiyle `Patara Kakhi` Küçük Kakhetian denir ve kahramanlıkları halk edebiyatında yer bulur.

Gürcistan'ın en büyük ağacı Telavi şehir merkezinde ikamet eder.  Sadece dev değil, aynı zamanda 900 yıldan daha uzun yaşamıştır.”  Sadece 900 yıllık bir çınarı görmek için bile Telavi'yi ziyaret etmeye değer, bu muazzam ağaç tarihin pek çok önemli anına şahitlik etmiş ve hala şehrin merkezinde gururla duruyor.

Ağacıda ziyaret ettikten sonra 35 derece sıcak sokaklar tarafından yıldırılmış bir şekilde otelimize dönüp akşam yemeğini beklerken otelimizin küçük havuzunda serinlemeye çalıştık.

Akşam yemeği için huzur içinde telaviye döndük çünkü arabayı kiraladığımız şirketten Zurab’ın  mesajı ile sokağa çıkma kısıtlamasının saat 21 den 23 e uzadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Gürcistan halkı gerçekten Anadolu halkı gibi içten ve sevecen. Gerçekten kimseye arabayı senden kiraladı diye yasaklama saatinin değiştiğini bildirmek zorunda değilsindir. Bu dostça ve sorumlu bir yaklaşımdır. Gürcistan ile ilgili rüşvet kazık atmaya çalışma gibi birçok olumsuz hikaye var dolaşan ama bizim tecrübelerimiz tam tersi. zaten şimdiki  Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili, 2005'te  Gürcistan Ulusal Polisi'nin "tüm trafik polisi gücünü" yolsuzluk nedeniyle görevden almış ve yeni  polis memurları ile bir teşkilat kurmuş. Trafikte gerçekten hiçbir sorunla karşılaşmadık ve gürcü halkından hep unutmaya yüz tuttuğumuz bir dostluk gördük. Sanırım bir ülkede 3,5 milyon kişi yaşayınca yardımlaşmaya daha istekli ve sevecen olmak olası. Gürcü misafirperverliği gerçekten türk misafirperverliğine yakın. Fransa’da özellikle Paris civarında birine İngilizce bir şey sorduğunuzda mesela istasyon bu tarafta mı dediğinizde çılgınlar gibi “no no no” derler . sanırsınız ki istasyon tam tersi yönde 3 km geride kaldı yada dediğiniz yönde yürüseniz üzerinize ateş açılması olası. üç beş günden sonra anladım ki Fransız no no demekle senin ne dediğini anlamadığını ve yardım etmeyeceğini ifade ediyordur. Türkiye’de İngilizce bilmeyen bir Türk vatandaşına yol sorarsanız ve anlamazsa cümlenin içinde düzgün telaffuz edemediğiniz yer ismi hakkında tahminlerde bulunmaya size alternatifler sunmaya ve kafasını kaşımaya başlar. Kafa kaşıma ile birlikte civardan İngilizce bilmeyen üç kişi daha toplanır ve kalabalık bir grup halinde sessiz sinema oynanmaya başlanır sonra bir lan lan Eyüp zultan diyo bu diyerek yer ismini deşifre eder adres tarifi sessiz sinema tekniği ile başlar. gürcistan da böyle. yer isimlerini telaffuz etmek çok zor ama yol sorduğunuz gürcü anlamadığında asla sizi bırakıp arkasını dönmüyor şifre çözme modunda çalışmaya başlıyor.

garsonların genelde ingilizceleri iyi değil ve tedirginler. Üstelik anladığım kadarı ile servis dialogları bizdeki gibi sündürmeli uzun değil. bizde garson başınıza dikilince pek çok soru sorar, güçlükle kara verdikten sonra sen bana …. getir dersiniz. Garson menuniyetle der. Siz sağol dersiniz o hemen getiriyorum der falan anladığım kadarı ile Gürcistanda bu dialogta siz siparişinizi söylüyorsunuz o dönüp getirmeye gidiyor ve siz konuşmaya çalışmadıkça bir garsonun muhabet başlatması uygun ya da beklenen bir davranış değil. Bu yüzden soğuk gibi gözükseler bile dialoğa girdiğiniz herkesin çok insani ve yardımsever olduğunu görüyorsunuz. En azından biz böyle deneyimleyecek kadar şanslıydık.

Akşam yemeğimizi bravo restoranda aldık. Telavide yaşam harika. nerede yemek isterseniz arabanızı önüne parkedebiliyorsunuz. Bravo restoran menüsünde sushi pizza hamburgerde bulunan bir kafe restoran. Biz gürcü yemeklerinden devam ediyoruz Ojakhuri ve  Satsivi sipariş veriyoruz. ojakhuri Gürcücede aile anlamına geliyor. soğan patates ve mantar ve etin tavada kavrulması yada toprak kapta fırınlanması ile yapılıyor. çoğu gürcü yemeğinde olduğu gibi yeşil baharatlar kişniş yaprağı ile süsleniyor. Et domuz olma eğiliminde ama her tür etle yapılanı var. Sastivi ise sarımsak ve cevizle hazırlanan sosun ve bu sosla servis edilen kümes ürünü yemeğinin adı. Baharat olarak genelde kişniş ve kırmızıbiber bazen safran içeriyor ve tadı bize Çerkez tavuğunu hatırlatıyor. Restorandaki yemeğimizden ve şarabımızdan memnun gecenin hala bitmemiş yasağın başlamasına daha vakit olmasının keyfini çıkararak kasabanın içine doğru yürüyoruz. bir kahvecide durup italyan kahvesi eşliğinde bizdeki manolyaya benzeyen bir tatlı yiyoruz. Kahvecilerin trendleri iki ülkede de benzer gibi. Kasabanın sokakları buram buram akasya kokuyor ve sokaklar yasağın saat 9 dan 11 e alınmasını keyfini çıkaran gençlerle dolu. Ana caddenin 5 dakikalık yürüyüşle bitmesi olmasa 20 binlik bir kasabada olduğumuzu anlayamayacağımız kadar canlı sokaklar.

 

  

Perşembe sabahı otelden ayrılıp Tiflis’e yola koyulduk. Otelimiz Nikoloz Baratashvili

yokuşunun hemen başında rike parka ve eski kent merkezine yürüme mesafesinde butik bir otel. Eski bir konakta antika güzelliklerle bezeli. Altında bir gürcü konağında olması gerektiği gibi mahzeni ve gömülü kuevrileri var. firma kendi şaraplarını üretiyor ve tadım yapmak isterseniz bunu şarap barmeni ile yapıyorsunuz. Şarap tadımını akşamüstüne bırakıp şehri dolaşmaya çıkıyoruz. Kura nehrinin kenarında Rike parktan hava tramvayına doğru yürüyoruz. Park Tiflis’in oldukça gösterişli konser salonuna ve yazın açık hava etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Parkın ortasında dev bir balon var ve yükselen bir seyir terası olarak kullanılıyor.  Nehrin üzerinde özgürlük köprüsü adını verdikleri modern cam kaplı bir yaya köprüsü var. Parkın sonunda Narinkala ya çıkan hava tramvayına biniyoruz. Tramvay kendi başına keyifli bir deneyim eski şehri yukarıdan izleyerek süzülüyorsunuz. Kale, Shuris-tsikhe adı altında 4. yüzyılda kurulmuş, sonraları IV. David ve Emeviler tarafından genişletilmiş. Moğol istilası sonrası "Narin Kala" (Küçük Kale) adını alan yapının üst kısmında yakın zaman önce restore edilen St. Nicholas Kilisesi bulunuyor. kalenin arkasında botanik parka inen kumaş sandalyeli bir telesiyej bulunuyor. Şimdiki adıyla Gürcistan milli botanik bahçesinin tarihi üç yuzyıl öncesine kadar dayanıyor. 98 hektar alanı kaplayan bahçede 4500 tür bitki bulunuyor. bunlardan 700 tanesi Kafkas florasına ait. Narikala dan batıya doğru yürürseniz fotoğraf çekmek için panaromik noktalarla karşılaşıyorsunuz. Biraz daha ilerlerseniz kendiniz Kartlis Deda’nın ayakucunda buluyorsunuz. Kartlis Deda Kartli'nin Annesi,anlamına geliyor ve Alüminyumdan yapılmış 20 metre yüksekliğinde gürcü ulusal giysileri giymiş bir  kadın heykeli.  Kentin sembolü olan olan bu dev heykel şehrin pek çok yerinden görülebiliyor.  Gürcü ulusal karakterinin en iyi sembolize ettiği kabul edilen heykelin bir elinde, dost olarak gelenlere şarap sunmak için büyük bir kâse, diğer elinde, düşman olarak gelenlere karşı kullanmak üzere bir kılıç bulunmaktadır. Bu arada söylemeliyim Kartlis Deda’nın ayakucu onun resmini çekmek için hiç iyi bir yer değil. Bizde Narikala yönüne ilerleyip kalenin kenarından yürüyerek inmeye karar verdik. Kaleden inerken royal bath denilen tarihi hamamı da yukarıdan görebiliyorsunuz.

Tiflis’te sıcak bizi şaşırtmaya devam etti. Gün ortasında 30 dereceyi geçen ısı ve yakıcı güneş bu enlemde mayıs ayı için beklediğimiz bir şey değildi ve bizi bayağı yordu. Üstelik sanırım ortalık yeni ısınmışta değildi çünkü ağaçlarda dutlar bile olgunlaşmıştı. Şehri gezmek için sıcağın azalmasını beklemek üzere otelimize döndük. Otelimizin sahiplerinin ürettikleri şaraplarla bir tadım yaptık. Şarap barmenimiz bilgili ve güler yüzlü genç bir hanım otelin altında mahzenin serinliğinde onunla sohbet etmekten çok keyif aldık.

Akşam üstü puşkin parkı ve 9 nisan parkından geçen uzatılmış bir yürüyüşle Rustaveli bulvarı üzerindeki Dinehall restoranına vardık. Restoranın sahibi Türkmüş. Garsonumuzda Türkçe konuşuyordu. Anne baba Kars ve Trabzon doğumluymuş ama o Gürcistan’da doğmuş. Bir çeşit tandır ve şiş yedik lezzetler kötü değildi ama Gürcistan'ın narin az baharatlı yemeklerinden sonra bulgur pilavına acıyı basılmış görünce mutfakta da bir türk olduğuna emin olduk. şarabımız Chateau Mukhrani Tavkveri. Bu oldukça meyvemsi kırmızı şarap çok hoşumuza gidiyor ve Gürcüstan’ın kırmızı şaraplarının Saperavi ile sınırlı olmadığını anlatıyor.

Özgürlük meydanı üzerinden otelimize döndük.

 

Cuma sabahı otelimizde nefis bir kahvaltı ettik. kahvaltı kültürleri bize benziyor. meyva yoğurt ekşi krema börekler taze peynirler çok lezzetli. Ama otelde bu sefer bizi bir sürpriz bekliyor. Zaten dört masadan oluşan yemek salonunun  girişindeki piyanoda bir piyanist francais lai nin bir kadın bir erkek filmi için yaptığı tema müziğini çalıyor. Omlet ve çay sipariş ettiğimiz garsonumuz bir şampanya açıyor. Bize ikram ediyor. Şampanya bayağı güzel otelin muhteşem dekoru da bir araya gelince insan kendini kraliçe falan gibi hissediyor. Buna çok kolay alışabileceğimi düşünüyorum. Ama yayılıp kalmamak lazım Tiflis’in kuzeyi bizi bekler. arabamız binip yola düşüyoruz. İlk durağımız  The Chronicle of Georgia.1985 yılında Zurab Tsereteli tarafından yapılan ve yapımı tamamlanmayan anıt  büyük bir merdivenle çıkılan bir tepede.  30-35 metre boyunda 16 koyu renkli sütundan oluşuyor. Üst yarısında krallar, kraliçeler ve kahramanlar bulunurken, alt kısım İsa'nın hayatından hikayeleri tasvir etmekte.Yukarıdaki heykelin önünde, Hristiyanlığı Gürcistan’a getiren kadın olan, Aziz Nino’nun haçı var. Heykelin arkasında bir şapel yer alıyor. Çevrenize baktığınızda Tiflis barajını ve komünist bloklarının manzarasını görüyorsunuz.

Resimleri çektikten sonra arabamıza dönüyoruz. hedefimiz Mtskheta  :Gürcistan’ın en eski kentlerinden biri. Kura ve Aragvi ırmaklarının birleştiği yerde kuruludur. MÖ 3. yüzyıl ile MS 5. yüzyıl arasında Kartli Krallığı’nın başkenti olan Mtsheta, bugün Mtsheta-Mtianeti bölgesinin yönetsel merkezidir. Gürcüler, 317 yılında Hristiyanlığı burada kabul ettiler ve kent, Gürcistan Ortodoks Kilisesi’nin bugün de merkezidir. Mtsheta’daki Cvari Manastırı, Svetitshoveli Katedrali ve Samtavro Manastırı kompleksi 1994 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmıştır.[2]

İlk durağımız Jvari Manastırı,  Mtkvari ve Aragvi nehirlerinin birleştiği noktada, kayalık bir dağın tepesinde yer alıyor. çok güzel bir manzarası var. nehrin birleştiği yeri ve kasabayı yukarıdan görüyor. Svetitshoveli Katedrali ve Samtavro Manastırı da buradan çok güzel gözüküyor. ilk olarak azize nino burada bulunan pagan tapınağının önüne bir haç dikmiş ve haçın mucizelerine inanlar sayesinde  küçük jvari kilisesi bir haç mekanı olmuş. Şu anda varolan kilisenin 590-605 yılları arasında inşa edildiği düşünülüyor. Jvari kilisesi, "dört nişli dört apsisli  kubbeli yapının erken bir örneği olmakla Gürcistan mimarisinde de önemli bir yer taşıyor.

Bundan sonra Mtsetanın içine giriyoruz Samtavro manastırı yine Aziz Nino Rahibe Manastırı olarak iberia Kralı III. Mirian tarafından 4. yüzyılda inşa ettirilmiş. Kilise 11. yüzyılda Kral I. Giorgi ve Katolikos-Patrik Melkisedek tarafından yeniden inşa edilmiş. Mesih'in abasının defnedildiği yer olarak bilinen Svetitshoveli, uzun zamandan beri başlıca Gürcü Ortodoks kiliselerinden biridir. Halen de bizim gezdiğimiz kiliseler içinde aziz nino dan sonra en kalabalık olandı. Kilise binası gürcistanın ikinci büyük kilisesi. Güney tarafında Katedralin içine küçük bir taş kilise inşa edilmiştir. Bu Kudüs'teki Kutsal Kabir Kilisesi'nin sembolik bir kopyasıdır. Şu anda katedralin duvarları çok sayıda Hristiyan Ortodoks ikonları ile süslenmiş, ancak onların birçoğu orijinal değildir, ikonların orijinalleri Gürcistan müzelerində saklanıyormuş. Svetitshoveli, sadece Gürcü krallarının taç giyme yeri değil, aynı zamanda mezar yeri olarak da hizmet ediyordu. On tanesinin burada gömüldüğü biliniyor, ancak sunaktan önce sadece altı mezar bulunmuş.

 

Biz bu manastır ve kiliseleri gezerken güneş tepeye tırmanıp sıcaklıkta 35 dereceyi bulduğu için Svetitshoveli nin arkasındaki meydana bakan bir restoranda mola verdik. Sanırım bu mevsimde turistlerle dolup taşan mekanlar şimdi covid yüzünden bomboş, bazıları kapalı. Sanırım okulun son günü ve lise mezuniyetini kutlayan bir gurup genç dışında sokaklar boş. Beyaz gömleklerinin üzerine renkli yazılar yazılmış belki birbirlerine yazılmış andaçlar onlar ve öğretmenleri dışında bomboş ortalık. Zaten kasabanın nüfusu 7500 ve merkezinin çoğunu dini yapılar kaplıyor. Bir şeyler atıştırıp yola koyuluyoruz. Bir sonraki durağımız şato Mukhrani. Fransız mimarlar tarafından tasarlanan şatonun yapımına 1873 yılında  prens Ivane Mukhranbatoni, tarafından  başlanmış ve tamamlanması 12 yıl sürmüş. Çevredeki bahçeler bir Versailles bahçıvanı tarafından tasarlanmış. Hem kale hem de arazi o dönemde elit ziyaretçilerin ilgisini çekmiş. Devasa mekan, Gürcü seçkinleri için bir kültür merkezi olmuş.

 

1875 yılında Fransa’ya yaptığı gezi sırasında prens aklına Avrupa tarzı şarap yapmayı koymuş. Evine gelmiş ve yılda  1.200.000 litre şarap şişelediği bir tesis kurmuş. Gittikçe ünlenen şarapları pahalı olmalarına rağmen Rusya baltık ülkeleri Viyana ve Fransa’da müşteri buluyormuş. 1895 yaşındaki ölümüne kadar prens pek çok farklı ülkedeki pek çok şarap yarışmasında ödüller almış

Şatonun şu anki hali ise 2002 de başlayan bir oluşum ve 2007den beri şato mukhraninin ününe yakışacak şarapları titizlikle üretiyorlar. bağlarında kırmızı olarak  Saperavi, Shavkapito, Tavkveri, Cabernet. beyaz olarakta  Goruli Mtsvane, Rkatsiteli, Chardonnay, Sauvignon Blanc. yetiştiriyorlar saperavi ve rkatsiteli den yaptıkları kvevri şarapları dışında üretimlerinin çoğu avrupai tarzda.

şatoda kısa bir tur ve restoranın bahçesinde bir şarap tadımı yaptık. Tiflis’e döndük.

Akşam yemeği Sofia Melnikovas Fantastiuri Duqani’de. Yerel halk tarafından sevilen ve bulunması zor bir restoran eski evlerin arka avlularının birleştiği bir bahçede asmalar altında oturuyorsunuz. Oldukça kalabalık ve neşeli bir grup insan turistten çok gürcüler var mekanda. Gürcüstan’ın her yerinde görülen köpek egemenliği burada belirgin değil. Bahçede bir köpekle iki kedi yaşıyor. Pozitif ayrımcılığı azınlıktan yana kullandıklarını garsonlarda da görebiliyoruz. Genel olarak beğendiğimiz bu mekanda ajapsandali ve kupati sipariş ediyoruz. ajapsandali ratatuy yada şakşuka benzeri karışık sebzelerden oluşmuş bir tabak. kupati ise hafif acili sosisle yapılmış bir yemek. aslında sosisin adı. yanında Badagoni Khvanchkara yarı tatlı kırmızı şarap içiyoruz.

Tiflisteki günümüzün son sabahı yine otelimizde keyifli bir kahvaltı ile başlıyor. Bu gün hedefimizde Mtatsminda Parkı var. Parkın 770 metre yükseklikte bulunduğunu ve Tiflis'in en yüksek noktası olduğunu okuyoruz.  Geçmişi 100 yıldan öteye dayanıyormuş ve 100 hektardan fazla bir alanı kaplamaktaymış. parka çıkan bir teleferik var. Çıkış ücreti dışında kart parası da ödemeniz gerekiyor. 20 dakikada bir çalışıyor. Park oldukça büyük içinde çocuklar için eğlence alanları, lunapark aktiviteleri korku şatosu dönme dolap ve restoranlar var. Çocuklu bir ailenin hafta sonu keyifle vakit geçirebileceği gibi düşünülmüş. Havanın sıcak olacağını düşündüğümüz için saat 11 de çıkıyoruz parka. Ortalık henüz kalabalık değil. şehir manzarası güzel. duyduğumuza göre dönme dolaptan bakıldığında daha da güzel pozlar veriyormuş şehir. Gördüğüm her rollarcostera binmişimdir bunun da hatırını kırmaya niyetim yok onada biniyoruz kısa ama tam turları olan hızlı hoş bir roller coster. Öğle yemeğini funicular restoranda yemek niyetindeyiz ama google açık demesine rağmen restoran kapalı. Belki kısıtlamalarla ilişkili birşey şehire indiğimizde de şehrin en ünlü mantıcısına gidiyoruz kısıtlamlar nedeni ile hafta sonu sadece paket servisi yapabiliyoruz diyorlar. Şehrin bir başka ünlü restoranına gidiyoruz ama saat üç olmasına rağmen rezervasyonsuz almıyorlar. Son olarak kendimizi lolita restoranda buluyoruz. bizdeki gençlerin gözdesi büyük kafebarlar gibi bir yer eski bir evin avlusunda ama çok masası var italyan japon amerikan hertürlü fastfood içeren bir menüsü var. ağaç gölgesi güzel geliyor ve üniversite gençlerinin neşeli konuşmaları arasında tembellik ederek geçiriyoruz son öğleden sonramızı. son iki gündür kullanmadığımız arabayı Zurab otelden teslim alacak. Tiflis'te araba kullanmak çok tatsız. Çok atak ve fevri kullanıyorlar apaçilik milli sporları gibi. Otele dönerken nadir ingilizce konuşan taksi şoförlerinden birine denk gelmişiz. Çok çılgın araba kullandıklarını söylüyoruz “evet evet öyle” diyor sinyalsiz aniden yan şeritteki arabanın önüne kırarken. Gürcistan’da insanlar canayakın ingilizce bilmeyenler ürkek ve mesafeli gözükebilir ama konuşabildiğimiz herkes yardımseverdi. Tiflis'te taksilerde taksimetre yok. taksi şöförüne “kaç lari” diyoruz “siz kaç lari vermek “diyor. giderken taksi şöförü bizden 20 lari almıştı 20 lari uzatıyorum “size geri para vereyim” diyor. Giderken azıcık kazıklanmışız anlaşılan, “yok diyorum üstü kalsın”.Zurab arabayı alıyor sabah 4de bizi otelden alıp havalanına o götürecek. “kakheti nasıld”ı diyor “güzel sakin dingindi diyorum o kafkas dağları çok muhteşemdi insan kendisini onların ardında güvende hisseder” diyorum “öyleydi ama Ruslar tünel açtı dağlara” deyip gülüyor.    Akşam otelimizde klima sistemi arızalanmış odada durmaya imkan yok restoranda bekliyoruz havanın serinlemesini. Bekir en sevdiği iki şeyi bir araya getirmiş badrijai nigvzit (cevizli patlıcanla) vedalaşıyor. Eve dönünce de bundan yaparız diye konuşuyoruz. Son şaraplarımızı içerken çok huzurluyum keşke insan ölümden öncede böyle hissetse diyorum. Gürcistan gezimiz çok güzeldi, yemekler şaraplar insanlar güzeldi, keyif aldık, hiçbir şey eksik kalmış gibi hissetmiyorum ve gitmeye hazırım.

24 Kasım 2013 Pazar

Meyyah





2013 kurban bayramı


Lyon, Vienne, Valence, Orange, Avignon, Aix-en-Provance, Grasse, Cannes, Nice, Monte-Carlo, Sanremo, Saint-Tropez, Toulon, Bandol, Marsilya.


Yazan: Sıdıka Oksay





11 ekim cuma


Anadolu turizm otobüsünde geçen uykusuz bir geceden sonra sabah uçağımıza bindik. Sorunsuz bir uçuştan sonra Lyon’a indik. Lyon havaalanı büyük ve iyi düzenlenmiş. Polis köpeğinin Gizem’in poğaçalarının kokusuna dayanamayıp elimizdeki çantayı açtırıp dayak yemesi dışında bir vukuat yaşamadan shuttle ile europacar’a ulaştık. Mercedes vitomuzu kiraladık. Valizlerimizin bagaja sığması sevindiriciydi.

Eşyalarımız otele yerleştirdikten sonra Lyon oldtown’ı gezmeye çıktık. Soğuk ve yağmur bizim yorgunluğumuzla birleşince turumuz oldukça kısa sürdü. Sırayla roma tiyatrosu, St. John katedralini gördük. Notr dame katedralinin terasının şehri 180 derecelik açıyla gören bir manzarası var.  Hemen yan tarafında Fourvière metal kulesini görmek mümkün. Kule şehir meclisi tarafından seküler bir şehir sembolü istendiği için inşa ettirilmiş. Yapımı 1894 de bitmiş. Eyfel kulesine benzetilmiş ve halen yayın kulesi olarak kullanılmakta. Biraz dinlendikten sonra daha önce internetten bulduğumuz bir bouchon olan restorana yollandık. Lyon’un geleneksel tencere yemekleri servis eden restoranlarına verilen isim bouchon. Bouchon niteliğini taşıyan restoranları belirtmek için bir sertifikasyon sistemi de kurmuşlar ve gittiğimiz restoran Le Vivarais şehirdeki sertifikalı yaklaşık 20 bouchondan biriydi. Güleryüzlü hizmet ve menüden memnun kaldığımız söylenebilir. Açılışı ev yapımı somon füme ve meat pie ile yaptık. Şarabımız bir chardonay beujolais blanc idi. Devamında crozes hermitage apelasyonundan bir şirazla devam ettik (jeanne chave 2011). Full body, asiditesi ve taneni düşük, aromatik, animalistik kokuları meşeye baskın rahat içimli bir şaraptı. Bouchonların geleneğinde menünün çoğunluğunu oluşturan yağlı et ve sakatatlara iyi uyum sağlayabilecek bu şarap bizim aldığımız kestaneli guine fowl yahnisi ve kerevizli balıksırtı ile de güzel gitti. Yemeği Sadone peyniri ve portakal reçeliyle servis edilen bir çeşit sert sütlaçla bitirdik. Tatlıya hepimiz bayıldık. Kişi başı 50 e verdiğimiz restorandan şef tarafından uğurlandık ve kendisine tam not verdik. 


12 ekim cumartesi
Otelimizde bir şeyler atıştırdıktan sonra vienne ya doğru yola çıktık. Şehir merkezinde Pazar kurulduğu için güçlükle park yeri bulduk. Yıldırıcı bir soğuk vardı. Bir kahve molası verip ilk video çekimimizi yaptık.


 Pazardan meyve alıp şehirden ayrıldık. Tain-l'Hermitage’de nehir kenarına vardığımızda soğuk en ısırıcı haline ulaşmıştı. Mistral rüzgarı kuzey Fransa da Alplerden Akdenize doğru esen soğuk bir rüzgar ve bölgede hissedilen ısının ölçülenden de çok daha düşük olmasına yol açıyor. Hermitage de Rhone nehrin üzerindeki iskelede güle güle yazıyordu. Belediyenin bu iskeleyi intihar etmek isteyen vatandaşlara hizmet olsun diye inşa edip süslemeyeceği düşünülürse en azından bazı mevsimlerde kasabada nehir ulaşımı turistik bir önem taşıyor. Nehrin kenarından ayrılıp tren istasyonuna doğru ilerledik. İstasyon bağların başladığı yamaçların eteğinde ve oldukça foto grafik.
Bölgenin üzüm bağlarının  hepsi güneye bakan bu granit tepede. Aslında ne kadar az olduklarnı görünce insan şaşırıyor. Bölgede çoğunlukla Şiraz yüzde 15 oranında da rousanne ve marsanne üzümleri kullanılarak kırmızı şarap üretiliyor. Ama hermitage apelasyonunun şarapları o kadar ünlü ki Avustralya da Şiraz üzümü hermitage adıyla anılıyor  Yol üzerinde öğlen molasından önce açık yakalayabildiğimiz tek dükkanda şarap tadımı için durduk. 


Daha sonra Valens’e ilerledik. Karnımız acıkmıştı ama yemek yenecek yerler kapalıydı ve şehrin merkezinde otopark yoktu. Önünde park yeri bulabildiğimiz tek restoran Giresunlu bir kebabçı çıktı. Türk misafirperverliğini gösterip bize kahvede ikram etti sağolsun. 
Orange oldukça sevimli küçük bir kasaba Celal abinin önderliğinde biz marketin önünde meyva reyonunda muscat üzümü tadımı yaptık. Muscat gerçekten full body bir üzüm. Tek bir üzüm tanesinin ağzınıza attıktan 5 dakika sonra bile  aromasını almaya devam ediyorsunuz. Dev bezeler eşliğinde bir kahve molasından sonra Orange kasabasının dünya kültür mirası listesine alınmış roma tiyatrosuna ilerledik. 


 Chateau neuf du pope’a şarap tadımı da yapılabilen sayısız dükkânın kapanmasından az önce vardığımız için tek bir dükkanda tadım yapabildik. Ortak noktası bitter bir tat olan ve 13 ayrı üzümden yapılan zengin şaraplar üretiliyor bölgede. Tadım yaptığımız yerde celal abi satış elemanını üzümlerin hepsini telaffuz etmeye ve kaydetmeye ikna etti. Dışarıda bir çekim daha yapıp bir kahve molasından sonra ayrıldık. 


le isle- sur-la sorgue da ki otelimize yerleştik. Hafif bir akşam yemeği yedik. Otele döndüğümüzde biraz şarap içip muhabbet etmeyi planlıyorduk ki küçük bir şaşkınlık yaşadık. Saat onda oteli terk eden resepsiyon görevlisi lobiyi kilitleyip çıktı ve otelin içinde oturulabilecek hiçbir koltuk kalmadı. Mecburen uyuduk.


 
13. ekim. pazar
Sabah kasabada kurulan pazarı gezip kahvaltı ettikten sonra Arles’e doğru yola çıktık. Arles’e vardığımızda mistral’in son kırıntılarından kurtulup ısıtan bir güneşle karşılaştığımız için mutlu olduk. Le petite Feur’dan aldığımız ezmelerle kahvemizi yudumlarken güneşin keyfini çıkardık. Arles Van Gogh’un en fazla resim yaptığı yer ama arles’te şu an hiçbir tablosu yok.  Hotel Dieu’ya yürüdük. Burası Van Gogh’un kulağını kestikten sonra tedavi gördüğü hastane. Bir süre otel olarak çalıştırılmış şimdi içinde bir sergi salonu var ve avlusundaki bahçe Van Gogh’un resmettiği şekliyle korunuyor. İris çiçeklerinin sonbaharda açmasını sağlamak mümkün değil ama bahçe yine de keyifliydi.
 
Arles’te provence bölgesindeki roma eserlerinden en iyi korunanları olan dikilitaş, amfitheatre ve arenayı görmek mümkün. Arena’da boğa güreşi olduğu için Arles’te çok fazla yerli turist vardı ve güneşli bir pazar günü olarak tüm kasaba çok keyifliydi. 


Bir sonraki durağımız Nimes idi. Nimes’teki arena ya da kolezyum çok daha büyüktü. Ama şehir çok daha sakin durgundu. Bir şeyler atıştırdıktan sonra yola devam ettik. Avignon’da öncelikle Rhone nehri kıyısına parkettik. Çok büyük nehir cruiselerini yanaşırken izledikten sonra surların içine arabayla girdik. Sur içi olduça büyük bir alan 200 binlik nüfusun 14 bini sur içinde
yaşıyor. Les halles'te minibüsümüzü park etme heyecanından sonra papalar sarayına çıktık. 14. Yy da Vatikan’da ki kargaşadan sıkılan bir papa sayesinde Avignon bir süre papalık merkezi olarak kalmış. Sarayda fotoğraflarımızı çektikten sonra yemek yemek için belirlediğimiz restoranlara yollandık. L. Essentiel ve Etiene Aigner  Pazar olduğu için kapalıydı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra otelimize döndük.  





14 ekim pazartesi
 

La isle de Sorgue deki otelimizle vedalaştık. Fırından aldığımız ekmeklerle gruyere’li sandvichler yapıp yola koyulduk. İlk durağımız Grasse idi. Grasse 18. Yy dan beri Fransa’nın parfüm başkenti. Fransa’da doğal ve yapay aromaların üçte ikisi bu bölgede üretiliyor. Önemli parfüm esanslarından biri olan yasemin bölgeye 16. Yy da getirilmiş. Bölgedeki 1800’ün üzerinde sulama kanalı, ılık ama deniz rüzgarlarından yeterince uzak mikro iklim parfüm hammaddesi üretimi için bölgeyi ideal konuma getirmiştir. Grasse de görülmeye değer tarihi yerler Notre Dame de puy katedrali, sarazinlerden kalma 30 metrelik kule ve hotel de ville’nin anıtsal kapısıdır. 


Grasse de turistlerin ilgi odağı olan yerler ise parfümle ilişkili merkezlerdir. Şehrin parfüm müzesinin dışında Fragonard ve Molinard parfümerilerinin kendi küçük müzeleri ücretsiz gezilebilir. Bu iki büyük Grasse markası parfüm alışverişi için durulan merkezler. Biz Fragonard da durduk. Grasse’den
ayrıldıktan sonra Antibes’e ilerledik. Antibes sahil yolunda kısa bir fotoğraf molası verdikten sonra cannes’e vardık. Cannes te aracımızı kongre merkezinin otoparkına parkettik. Kırmızı halı serilen yolda kırmızı halı yoktu. Akşam az kalmıştı şehri en hızlı gezme yolu olarak bir saatlik bir turistik tren turunu tercih ettik. Crozet bulvarını daha sonra suquet denilen old town bölgesini geçtikten sonra museum de Castle’in Cannes’i yukarıdan gören terasında fotoğraf molası verdik. 


Akşam yemeğini mantel restoranda yedik. Mantel restoran noel de mantel isimli bir şef tarafından yine kapıda ismi yazan kendi çapında ünlü bir maitre de hotel ve artisian boulanger ile birlikte kurulmuş küçük ama hoş iddialı bir restoran. Bandol apelasyonundan güzel bir kırmızı şarap eşliğinde yemeğe kabak çorbası ve üç peynirli risotto ile başladık. Soccalı kılıç balığı ile devam ettik. Socca cannes’ ve bu bölgeye özel bir yemek nohutla yapılan bir yassı bir şey. Mantel restoranın tatlıları gerçekten hoştu. Akşam için Anis otele yerleştik. Otelin bahçesindeki kauçuk ağacının altında bir muscatla geceyi tamamladık.



15 ekim Salı
Sabah doğruca Monako’ya yola koyulduk. Monte Carlo limanında kahvaltı ettikten sonra şehre gelen her turistin asli görevini yerine getirmek üzere yukarı tırmanıp gazinonun önünde resimler çektik. Daha önce hiç görmediğimiz bazıları özel yapım olan otomobillere bakarak limana döndük. Bir bira molası verip San Remo’ya doğru yola koyulduk. Oraya saat ikide vardığımız için deniz ürünleri yeme hevesimiz kursağımızda kaldı. Restoranlar kapanmakta olduğu için bir pizzacıya oturduk. Sempatik ve konuşkan garsonumuz menüde olmamasına rağmen deniz ürünleri pizzası yaptı. Yemekten sonra şehirde dolaşıp orijinal scarabeo scooter örtüsü aradık ve düşündüğümüzden de düşük fiyata bulduk. Konuştuğumuz tüm esnaf çok yardımsever ve güler yüzlüydü. Viva İtalya. Öğleden sonra Nice ‘ e doğru yola koyulduk. Nice’e vardığımızda hava karamak üzereydi. Hollanda Türkiye maçını seyretmek üzere bir yer aradık ama aynı akşam Fransa İngiltere maçı olduğu için ve her yerde o gösterildiği için kebapçı arayışına girdik. Fransa’da en küçük kasabalarda bile iki üç kebapçı varken Nice’de en azından sahile yakın bölgede kebapçı yoktu. Beyler pes edip maçı tabletten izlemeye karar verdi. Biz kızlar da limanda uzun bir yürüyüş yapıp kahve içtik.

 
16 ekim  Çarşamba
Anise otelden ayrılıp yol üzerinde Fréjus St-Raphaël’de kahvaltı ettik. Çok güzel bir fırında oturduk. Ekmekler çok güzeldi ama kahvaltıda peynir yenmesi alışkanlığı olmadığı için reçel tereyağla kahvaltı ettik. Bir sonraki durağımız St. Tropez idi. Küçük bir kasaba olan St Tropez eski binaların altındaki lüks mağazalarla gösterişli. Limanın sonundaki dalgakıran özellikle foto grafik.
Yola devam ettik. Toulon’da geç bir yemek molası verdik. Marina daki Pamukkale kebabın uyuşturucu bağımlısı görünüşlü işletmecisi kaba ve itici, döner dürümler ise ciddi derecede kötüydü. 
Aix en Provence’e ulaşıp otelimize yerleştik. Kalın duvarlı manastır görünüşlü bir bina olan otelimiz sıra dışı ve hoştu. 
Aix’te ki akşam yemeği için hedefimiz Pierre Reboul’un iki michelen yıldızlı
restoranıydı. Aix’te şehir merkezinde araç park edecek yer bulmak ekim ortasında da zor. Pierre Reboul’ü bulmakta kolay olmadı. Issız bir ara sokakta bulunan restoran şık ve modern döşenmiş, sunumlar gösterişli, lezzetler harikaydı. Menüye eşlik etmek üzere palette apelasyonundan cremade üretimli bir beyaz seçtik.
Şaraptan okadar etkilendik ki ertesi gün palette bölgesine gitmeye karar verdik. Menu açıcı (zeytinyağında beklemiş oyster yaprağı), patlıcan kapsülünde ratatoulle ve sardalye, yeşil elma ve pancarla sunulan scallop, tütsülenmiş mantar soslu yumurtadan oluşuyordu. Tatlı olarak naneli çikolata ile kaplanmış dondurma lolipopu muz köpüğü ile sunulan çikolata varlene servis edildi. Kahveden önce gelen mini pastalardan özellikle mangolu tutku meyveli olan şaşırtıcıydı. Minicik pastaya içinde malibu olan minik bir kapsül saplıydı. 

17 ekim Perşembe
Otelde kahvaltı edip Aix en Provence gittik. Hedefimiz cours mirabelle ve deux garcons cafeydi. Deux garcons cafe Cezanne tarafından resmedildiği halini halen koruyan, başta Cezanne ve Hemingway olmak üzere Alain Delon’dan Marlene Dietrich’e pek çok ünlüyü konuk etmiş, 1792 de kurulmuş belki dünyanın en eski kafesi.


 Aix’de biraz yürüdükten sonra aracımıza binip palette ilerledik. Simon palette bölgesindeki ünlü üç şatodan en ünlüsü. Ziyaretçi kabul etmediği söylendiği halde bir görmek istedik ama gps’in önerdiği yol çok kötü olduğu için vazgeçip geri döndük. Yolda içimizdeki bağ sevgisine kapılıp ıssız bir bölgede bir çiftlik evin yanında fotoğraf molası verdik. Evden çıkan genç ne istediğimiz sordu. Ne İngilizce ne sessiz sinema dilini yeterince anlamıyordu. Sonra annesi geldi. Ona da fotoğraf çeken arkadaşlarımızı gösterip çekmeleri bitince gideceğimiz anlatıp bir dolu gülücük yaptık ama son olarak genç adam arkasında metal bir çubuk saklayarak bahçeye çıktığında şansımızı zorlamayıp oradan ayrıldık. 


Henri Bannout’un şarap üretim tesislerinde tadım yaptıktan sonra bir süre dolanıp bir Aix en Provence şatosu aradık ama bir isim ve adres olmadan bulmak mümkün olmadı. Biz de Cassis’e devam ettik.


 Cassis calanques denen mini fiyordları ve falezleri, monosepaj kırmızı ve beyaz şarabı, cassis taşı denen bir çeşit kireçtaşı ile ünlü. Yazları çok turist alan kasabada güzel yazlık evler ve sevimli bir marina var. Bir şarap tadımı ve marina’da kısa bir moladan sonra Marsilya’ya yola çıktık. Marsilya’da otelimize yerleştikten sonra kornişe indik. Sahilde uzun çabalardan sonra seçtiğimiz restoranda Marsilya’nın turistik yemeği olan balık çorbasını denedik. Çorbanın kötülüğünün restorana özgü olduğunu düşünüyorum çünkü çorbanın esas yemekten sonra getirildiği tek restorantdı bu.  Otelimizde devlet hastanesi manzaralı balkonumuzda şarap içtik. Tabiatıyla sohbete biraz hastane kaçtı. Marsilya için gezi rehberi “ilk görüşte âşık olacağınız şehirlerden değildir” diyordu. Hepimiz kitaba hak verdik. Hatta bize göre ilk görüşten sonrası içinde pek ümit vaat etmiyordu.

 
18 ekim CumaSabah mutfak alışverişi için şehir dışında bir hipermarkete gittik. Sonra Dechatlon’da durduk. Fiyatların Türkiye fiyatlarından daha düşük olmasını ummuştum ama fiyatlarda hatta ürün çeşitlerinde bir farklılık yoktu. Marsilya’ya döndük. Rue Ferreol’da biraz alışveriş yaptıktan sonra ara sokakta ki bir Antalya kebapçısında öğle yemeğimizi yedik. Centre Bourse tadilattaydı ve bizim alışveriş merkezi anlayışımıza göre çok köhneydi. Limana inip bir birahaneye oturduk. Biralar standart olduğu için bize Marsilya ambiyansını hissettirecek garsonumuzun kabalığından başka bir şey yoktu. Hava kararırken bir şeyler atıştırıp şarap içmek üzere otelimizdeki balkonumuza döndük. Marsilya çok farklı uygarlıklara ev sahipliği yapmış ve uzun tarihinin bir kısmında mutlaka çok güzel olmuş bir şehir. Ama şu anda bir Fransız şehrinden çok bir Arap şehrine benziyor ve sevilmesi gerçekten zor gözüküyor. 

19 ekim cumartesi
Sabah otelden ayrılıp Lyon’a doğru yola çıktık. Sorunsuz bir yolculukla hava alanına varıp aracımızı teslim ettik. Uçağımız vaktinde kalktı. Lyon’dan ayrıldıktan 20 saat kadar sonra evlerimize varmıştık.